“Çok eskiden, ta gençlik yıllarından bir eski hikayeyi anlatmak isterdim” diye başlıyordu şarkı.
Ağustosta bir akşam gibiydiniz; geç kalmış olabileceğimizin “acaba”sı sallanıp dururken tepemizde, varlığınızla, hatır sormayı karşısındakini yormayan bir biçimde yapma inceliğinizle, o kadim manifestonun başlangıç cümlesini hatırlattınız, kardeşliğin o benzersiz lehçesini.
“Ölsem de gam yemem denir” ya hani; insan bir diğerinde daim olur, yıllardır dillendirdiği şeylerin bir diğerinde vucut bulduğunu gördüğünde kendini daha bir kavi, daha bir iyi hisseder. Öylesine iyi gelen bir çoğalmışlık haliydi yaşadığım.
Çok zaman önceydi.“Her şeye rağmen insanlardan umutvar olmak” gerektiğini söylemişti şair. Zor yıllardı; her vesileyle sınandığımız, her türlü insani değerin tarümar edildiği, kalıcı olanı, süreklilik hattında duranı mumla aradığımız kıtkıran yıllarıydı. Türkiyenin H Bloklarında kalıyorduk; aynı ateşe iz düşürdüğümüz kardeşlerimin tümü diğer tarafta kalmıştı. Karar mekanizması bulunduğum blokta toplanmıştı ve önemli, hayati bir kararı onların yokluğunda almak gerekiyordu. Bu dünyada, aldığın bir karar nedeniyle, sevdiklerinin senden önce ölebileceğini bilmekten daha ağır bir zul yoktur. Konunun gündeme gelmesinin üzerinden üç gün geçmemişti ki, sol göğsümde bir yumru çıktı ve hızla büyüdü. Sonra haberleştik bizimkilerle, karar bana ait olmaktan çıkıp kollektif bir niteliğe büründü. Göğsümdeki yumru zamanla küçüldü; aylar sonra hastaneye götürdüklerinde, askeri doktorun söyledikleri hala aklımda: “geçmiş olsun, kötü huylu bir tümör olsaydı, fazla bir şansınız olmazdı zaten!”
Şanslıydım ve görünen o ki, yine şanslıyım! Ne tuhaf, ölümüm kanserden olmayacak, ama zamanında hastaneye götürülmedikleri için kanserden ölen çok arkadaşım oldu .Çok fazla ölüm gördük, çok fazla zulüm. Bizi sarsan arkadaş ölümleri, paolo condor - makronisos kırması işkenceler değildi; onlara bir şekilde hazırdık zaten. Beni/bizi sarsan, derinden etkileyen şey yabancılaşmaydı. Evet, “körler görmese de yıldızlar vardır”, ama bengi yıldızı bulmak için yola çıkmış “çocuklar”ı en çok etkileyen şey, yanında yöresinde içtenliğin kaybolmuş olmasıdır. Çıktık ve gördük, dışarısı içeriden kötüydü. Bir diğerinin acısına, derdine yabancılaşmış, salt kendisiyle ilgili bireylerden oluşan bir toplum yaratılmıştı. Başarının her şey ve her türden iktidarın, çıkar ilişkilerinin tayin edici olduğu ve dünden farklı olarak hiçbir biçimde ayıplanmadığı bir gündelik hayat dayatılmıştı insanlara.
Yalnızlaştırma ve takdir gören bencillik! “İnsan, insanın kurdudur” felsefesinin icra edildiği en özgün pratiklerden biri sergilendi 80 sonrasında. Yükselebilmek, daha iyi yaşamak adına yakın çalışma arkadaşlarını gözünü kırpmadan harcadı insanlar. Ve o meşum kavram, “öteki”; kürt savaşı vesilesiyle, alevi-sunni, ermeni sorunu vesilesiyle, kemalistlik ve siyasal islam karşıtlığı üzerinden, o kadar çok işlendi ki, bir varoluş hali olarak “taraftarlık” kavramının da başka aidiyet halleri gibi, ötekileştirme üzerinden yürütüldüğünün farkında olamadık. Her gün ve her vesileyle dikte edilen, o “bizim bizden başka dostumuz olmadığı” yalanı üzerinden karşıtlıklar, düşmanlıklar üretildi. İster siyaseten isterse taraftarlık düzeyinde olsun bizim gibi düşünmeyenin üzerine “öteki”nin hasmane gölgesi düştü. Mahalle girişlerinde patlamaya hazır olarak bekleyen şiddet, kendisine tribünlerde yer buldu. Kırdık, kırıldık ve fanatiklikle harmanlanmış endüstriyel futbol, kendisini, her bir büyük kulüp nezdinde bu düşmanlıktan hareketle bina etti; sorgulamayan, sadece başarısızlık durumunda sesini yükselten bir taraftar profili üretildi. Bir tek Beşiktaş taraftarı içinde bir grup bu oyunun farkına vardı, eski mahallelerin dokusunda var olan delikanlılık raconu ile devrimci romantizmi birleştirerek isyan bayrağını çekti. Halkın takımıydık çünkü, evvelimizde vardı bu ve ahirimizde de olabilmesi için şerefimizle oynamalı, hakkımızla kazanmalıydık.
Bugünlerde daha bir anlamlı durduğu için, adına“son barikat” dediğimiz bu “asi ruh”un evveli hiç birimizin yabancısı değil. Eminim her birimiz; çamura yatıp, ben olmazsam olmaz dediğinde, mahallenin varlıklı çocuğunu topuyla birlikte sokağın ortasında bir başına bırakmışızdır ve “fenerli antrenör”ün, tuttuğunuz takımı değiştirirseniz oynatırım tehditine okkalı bir kafa çakmışızdır.
Makinanın geriye sardığı zamanlar vardır ve öyle, her zaman kötü bir şey değildir geriye sarmak. Bazen ilerideki bir hedef harekete geçirir insanı, bazense dünün anılarında öne çıkanlar. Şahsında beşiktaşlı olmanın mütevaziliğini, iyi insanlığı cisimleştirmiş bir adam olan babama çokça şükran borçluyum sanırım, beşiktaşlı olmama vesile olduğu ve dolayısıyla bana sizleri tanıma onurunu bahşettiği için.
Topu dolandırmayacağım; evet, bizleri buluşturan değerin, zeminin adı Beşiktaş, ama kabul edelim ki kardeşlerim, barikat kardeşliği dediğimiz şey, bundan daha fazlasını içeriyor.
Belki erken bunu söylemek için, ama söylemeliyim: bizimkisi siyah-beyaz bir aşk hikayesi! “İyi günde.. kötü günde..” diye başlayan, kadim zamanlardan kalma bir yoldaşlık hikayesi!...
Levent Sergin
Ağustosta bir akşam gibiydiniz; geç kalmış olabileceğimizin “acaba”sı sallanıp dururken tepemizde, varlığınızla, hatır sormayı karşısındakini yormayan bir biçimde yapma inceliğinizle, o kadim manifestonun başlangıç cümlesini hatırlattınız, kardeşliğin o benzersiz lehçesini.
“Ölsem de gam yemem denir” ya hani; insan bir diğerinde daim olur, yıllardır dillendirdiği şeylerin bir diğerinde vucut bulduğunu gördüğünde kendini daha bir kavi, daha bir iyi hisseder. Öylesine iyi gelen bir çoğalmışlık haliydi yaşadığım.
Çok zaman önceydi.“Her şeye rağmen insanlardan umutvar olmak” gerektiğini söylemişti şair. Zor yıllardı; her vesileyle sınandığımız, her türlü insani değerin tarümar edildiği, kalıcı olanı, süreklilik hattında duranı mumla aradığımız kıtkıran yıllarıydı. Türkiyenin H Bloklarında kalıyorduk; aynı ateşe iz düşürdüğümüz kardeşlerimin tümü diğer tarafta kalmıştı. Karar mekanizması bulunduğum blokta toplanmıştı ve önemli, hayati bir kararı onların yokluğunda almak gerekiyordu. Bu dünyada, aldığın bir karar nedeniyle, sevdiklerinin senden önce ölebileceğini bilmekten daha ağır bir zul yoktur. Konunun gündeme gelmesinin üzerinden üç gün geçmemişti ki, sol göğsümde bir yumru çıktı ve hızla büyüdü. Sonra haberleştik bizimkilerle, karar bana ait olmaktan çıkıp kollektif bir niteliğe büründü. Göğsümdeki yumru zamanla küçüldü; aylar sonra hastaneye götürdüklerinde, askeri doktorun söyledikleri hala aklımda: “geçmiş olsun, kötü huylu bir tümör olsaydı, fazla bir şansınız olmazdı zaten!”
Şanslıydım ve görünen o ki, yine şanslıyım! Ne tuhaf, ölümüm kanserden olmayacak, ama zamanında hastaneye götürülmedikleri için kanserden ölen çok arkadaşım oldu .Çok fazla ölüm gördük, çok fazla zulüm. Bizi sarsan arkadaş ölümleri, paolo condor - makronisos kırması işkenceler değildi; onlara bir şekilde hazırdık zaten. Beni/bizi sarsan, derinden etkileyen şey yabancılaşmaydı. Evet, “körler görmese de yıldızlar vardır”, ama bengi yıldızı bulmak için yola çıkmış “çocuklar”ı en çok etkileyen şey, yanında yöresinde içtenliğin kaybolmuş olmasıdır. Çıktık ve gördük, dışarısı içeriden kötüydü. Bir diğerinin acısına, derdine yabancılaşmış, salt kendisiyle ilgili bireylerden oluşan bir toplum yaratılmıştı. Başarının her şey ve her türden iktidarın, çıkar ilişkilerinin tayin edici olduğu ve dünden farklı olarak hiçbir biçimde ayıplanmadığı bir gündelik hayat dayatılmıştı insanlara.
Yalnızlaştırma ve takdir gören bencillik! “İnsan, insanın kurdudur” felsefesinin icra edildiği en özgün pratiklerden biri sergilendi 80 sonrasında. Yükselebilmek, daha iyi yaşamak adına yakın çalışma arkadaşlarını gözünü kırpmadan harcadı insanlar. Ve o meşum kavram, “öteki”; kürt savaşı vesilesiyle, alevi-sunni, ermeni sorunu vesilesiyle, kemalistlik ve siyasal islam karşıtlığı üzerinden, o kadar çok işlendi ki, bir varoluş hali olarak “taraftarlık” kavramının da başka aidiyet halleri gibi, ötekileştirme üzerinden yürütüldüğünün farkında olamadık. Her gün ve her vesileyle dikte edilen, o “bizim bizden başka dostumuz olmadığı” yalanı üzerinden karşıtlıklar, düşmanlıklar üretildi. İster siyaseten isterse taraftarlık düzeyinde olsun bizim gibi düşünmeyenin üzerine “öteki”nin hasmane gölgesi düştü. Mahalle girişlerinde patlamaya hazır olarak bekleyen şiddet, kendisine tribünlerde yer buldu. Kırdık, kırıldık ve fanatiklikle harmanlanmış endüstriyel futbol, kendisini, her bir büyük kulüp nezdinde bu düşmanlıktan hareketle bina etti; sorgulamayan, sadece başarısızlık durumunda sesini yükselten bir taraftar profili üretildi. Bir tek Beşiktaş taraftarı içinde bir grup bu oyunun farkına vardı, eski mahallelerin dokusunda var olan delikanlılık raconu ile devrimci romantizmi birleştirerek isyan bayrağını çekti. Halkın takımıydık çünkü, evvelimizde vardı bu ve ahirimizde de olabilmesi için şerefimizle oynamalı, hakkımızla kazanmalıydık.
Bugünlerde daha bir anlamlı durduğu için, adına“son barikat” dediğimiz bu “asi ruh”un evveli hiç birimizin yabancısı değil. Eminim her birimiz; çamura yatıp, ben olmazsam olmaz dediğinde, mahallenin varlıklı çocuğunu topuyla birlikte sokağın ortasında bir başına bırakmışızdır ve “fenerli antrenör”ün, tuttuğunuz takımı değiştirirseniz oynatırım tehditine okkalı bir kafa çakmışızdır.
Makinanın geriye sardığı zamanlar vardır ve öyle, her zaman kötü bir şey değildir geriye sarmak. Bazen ilerideki bir hedef harekete geçirir insanı, bazense dünün anılarında öne çıkanlar. Şahsında beşiktaşlı olmanın mütevaziliğini, iyi insanlığı cisimleştirmiş bir adam olan babama çokça şükran borçluyum sanırım, beşiktaşlı olmama vesile olduğu ve dolayısıyla bana sizleri tanıma onurunu bahşettiği için.
Topu dolandırmayacağım; evet, bizleri buluşturan değerin, zeminin adı Beşiktaş, ama kabul edelim ki kardeşlerim, barikat kardeşliği dediğimiz şey, bundan daha fazlasını içeriyor.
Belki erken bunu söylemek için, ama söylemeliyim: bizimkisi siyah-beyaz bir aşk hikayesi! “İyi günde.. kötü günde..” diye başlayan, kadim zamanlardan kalma bir yoldaşlık hikayesi!...
Levent Sergin
2 yorum:
Bu tarif arifi de alt eder...
Her kelimenizin altına imzamı atıyorum.Tebrikler
Yorum Gönder