sana geldim elimde solmuş katmer gülleri…”
Şiir gibiyse Beşiktaş, şairdir taraftarı.
1978 Antakya dogumlu Faris Kuseyri ile tanışıklığımızın adresi Şairler Parkı. Bir şairle, hele de bir Beşiktaşlı şairle olan birlikteliğin bundan daha güzel adresi olamazdı herhalde. Antakyalı Arapçası ile ‘Lebbeyk Besiktas’ dediği zaman biliyorduk ki O’nun herkese dokunan bir dili vardı. Gazel gibi…
gazel
her doğan ölüyor benim için mi bozacak tanrı kaidesini
ama her ölümlü duymuyor bir dem olsun ne yazık sesini
güya bir solukta iyileştirmişler hastaları oku da inanma
inanma ben de inanmam hiçbiri duymadı ki senin nefesini
mağmanın soğumasından biliyorlar toprağı ve hayatı
açıp da görmediler duyup da bilmediler ki göğüs kafesini
hartaları yalancı, sanıyorlar ki maviler nehirdir yeşiller orman
orman sözlerindir nehir aklındır bir ben biliyorum o güneş ülkesini
koca tanrı yaptı da yoruldu altı günde önce gök sonra yer
yedinci günde sen doğdun hadi çözsünler bu mısraın bilmecesini
nereye gider ruhları son anlarında dönerler mi hep dönülen yere
senin etrafında toplanırlar seni severler bilmeseler de elest meclisini
bilmem ne zaman fethettiler peyk-i arzı hangi yıldızlara gittiler
ama bilirim ki hiçbiri görmedi kâinatın sana sakladığı busesini
sen bildin sen ol dedin sen yaptın seninle başladı seninle bitecek
madem ki görünsün istedin güzelliğin, o hatırlatır, sen de unutma farisini
faris kuseyri / üç nokta dergisi
Unutmak canın teslim olduğu noktadır.
Paylaşılsın diyedir hikâyelerimiz… Çalınmış hikâyelerimize kavuşmak için unutmayız. İnsanlık tarihindeki yaşanmışlıklara karşı tanıklığımızı sürekli yenilemek için ne güzel sevdamizin, asi kavgamızın hayatımıza nakışlanan mısralarını ne de ruhumuzun sesi olanları asla unutmayız.
isyan
inkârın soylu kanatları vardı ki onlar kırıktır
kaynayıp coşsam huruç büyüse dal dal
selam ederim kırık sabahlara
buğday yansa ekmekler mi esmerleşecek
kanasam kızaracak mı sular
selam olsun yıkılan kerpiç duvarlara
yakılan tarlalara selam olsun
kırılsa göçmenlerin kanadı
ağlamak mı düşecek payıma
ateşe hançer çeken yaşlarıma selam olsun
selam olsun kararan gözlerime
ihtilal günlerinden sabırlar devşiren sen misin
sen misin kuytularda inatçı mağlubiyetleri büyüten
kaç kerre gördüm ölülerin üşüdüğünü
ve dahi duydum kanadığını çınarların
yansam, alevden bir çelenk koysalar göğsüme
başım mavzere ayağım denize bakardı
geldim işte silerek hesabımı
övüyorum omzumdaki tüfenk ağrısını
dalgalar kabardıkça kabarıyor
mezar taşlarından isimler seçiyorum
bir utanç gibi uzuyor ömrüm
şafak gümbürdese
turkuvaz koksa denizden uzak şehirler
otlaklara zümrüt diyorsan eğer
her sözünü lanetliyorum
çürüyen dilim beni sars
yasak bir sevdayı anlatır hep türküler
patlamış nar çiçekleri acıkmış gök
tutundum dalınıza
kırılsa üzülecek mi ulu şehirler
bil insan!
koşar ayak geçtik
zeytin ve defne ağaçlarının altından
şelaleler ki yurdu saçlarımızı
acıtmazlardı sular gibi
koçlar bildik ve develer bildik
ve yemişler yedik özlenen ellerden
ey bağbozumlarının uslanmaz neşesi
şarapların bin yıllık tortusu ey
ne kadar uzakta kalsa da gelecektir
bir mülteci gibi yoksul şehrimizi kıskanan
inkârın soylu kanatları vardı ki onlar kırıktır
kaynayıp coşsam huruç büyüse dal dal
selam ederim kırık sabahlara
buğday yansa ekmekler mi esmerleşecek
kanasam kızaracak mı sular
selam olsun yıkılan kerpiç duvarlara
yakılan tarlalara selam olsun
kırılsa göçmenlerin kanadı
ağlamak mı düşecek payıma
ateşe hançer çeken yaşlarıma selam olsun
selam olsun kararan gözlerime
ihtilal günlerinden sabırlar devşiren sen misin
sen misin kuytularda inatçı mağlubiyetleri büyüten
kaç kerre gördüm ölülerin üşüdüğünü
ve dahi duydum kanadığını çınarların
yansam, alevden bir çelenk koysalar göğsüme
başım mavzere ayağım denize bakardı
geldim işte silerek hesabımı
övüyorum omzumdaki tüfenk ağrısını
dalgalar kabardıkça kabarıyor
mezar taşlarından isimler seçiyorum
bir utanç gibi uzuyor ömrüm
şafak gümbürdese
turkuvaz koksa denizden uzak şehirler
otlaklara zümrüt diyorsan eğer
her sözünü lanetliyorum
çürüyen dilim beni sars
yasak bir sevdayı anlatır hep türküler
patlamış nar çiçekleri acıkmış gök
tutundum dalınıza
kırılsa üzülecek mi ulu şehirler
bil insan!
koşar ayak geçtik
zeytin ve defne ağaçlarının altından
şelaleler ki yurdu saçlarımızı
acıtmazlardı sular gibi
koçlar bildik ve develer bildik
ve yemişler yedik özlenen ellerden
ey bağbozumlarının uslanmaz neşesi
şarapların bin yıllık tortusu ey
ne kadar uzakta kalsa da gelecektir
bir mülteci gibi yoksul şehrimizi kıskanan
faris kuseyri / sonra edebiyat dergisi
Orta öğrenimini Iskenderun Makzume Koleji’nde tamamlayan Faris Kuseyri, İstanbul Üniversitesi’ndeki siyasal bilimler öğreniminden uzaklaştırıldıktan sonra Avrupa’ya geçti. Amsterdam’da göçmen çocukların uyumu için kurulan tiyatro topluluklarında metin yazarı olarak görev aldı. Tekrar yurda döndüğünde Eskişehir’de Edebiyat Fakültesi’nde okudu. Öğrencilik yıllarında edebiyat dergilerinde görevler aldı, yayınevlerinde editörlük ve redaktörlük yaptı. ‘Atillâ İlhan’in Siirinde Metafor’ adı altında yüksek lisans tezi üzerinde çalıştı.
Beşiktaşlı şair Faris Kuseyri bir baska Beşiktaşli şair Emirhan Oğuz’u anlatırken dedi ki;
Orta öğrenimini Iskenderun Makzume Koleji’nde tamamlayan Faris Kuseyri, İstanbul Üniversitesi’ndeki siyasal bilimler öğreniminden uzaklaştırıldıktan sonra Avrupa’ya geçti. Amsterdam’da göçmen çocukların uyumu için kurulan tiyatro topluluklarında metin yazarı olarak görev aldı. Tekrar yurda döndüğünde Eskişehir’de Edebiyat Fakültesi’nde okudu. Öğrencilik yıllarında edebiyat dergilerinde görevler aldı, yayınevlerinde editörlük ve redaktörlük yaptı. ‘Atillâ İlhan’in Siirinde Metafor’ adı altında yüksek lisans tezi üzerinde çalıştı.
Beşiktaşlı şair Faris Kuseyri bir baska Beşiktaşli şair Emirhan Oğuz’u anlatırken dedi ki;
“Okur kişisel mitolojisinin peşine düşüyor çoğu zaman. Şiirden, kendi hayatının sağlamasını yapmasını istiyor. Bazen bu öylesine güçlü bir hal alıyor ki okudukları, insanın hatıraları haline geliyor. Arayarak okumak değil de okuduğunda neyi aradığını anlamak gibi. Sonra şairle aynileşme dönemi başlıyor. Şiirde buldukları, okuru yeniden kurguluyor. Kişisel mitoloji, derken kastettiğim süreç işlemeye başlıyor. Şair, okurun ta kendisi oluyor. Elbette bu aynileşmenin eleştirel okur gözlerini kör edebilecek bir güç olduğunu yadsımıyorum. Özellikle tecrübesiz okurların kimi yazarlara, şairlere şaşılacak derecede bağlılık duyması; hatta bu bağlılığın metinden soyutlanıp şairin şahsına yönelmesi de şiiri bir düşünme yöntemi olarak adlandırırken pek anlamlı durmayabilir. Ama böyledir işte. Şair, yaşamak istediğimiz başka bir dünyanın kurucusu, var etmek istediklerimizin banisi olur. Kimi zaman okurun kendisiyle (aslında kendisiyle değil de zihninde yarattığı, olmak istediği tanrı-ben’le) şair arasındaki aynileşme, şairle tanışma isteğini tetiklediği zaman yaşanan büyük hayal kırıklıklarının esas sebeplerinden biri de elbette budur. Kaçınılmaz olarak kendi tarihimden bakarken gördüklerimi, aynileşme dediğim bağlamda fakat şairden çok kitaba yönelik olarak anlatacağım. Bu kitabı biliyorsunuz.
12 Eylül’ü küçük bir çocuk olarak karşıladım. Antakya ve İskenderun’da büyüdüm. Alelacele banyo sobalarında yakılan kitapların kokusunu, gidenlerin dönmeyenlerin acısını, geride kalanların hasretlerini ve gizli gizli büyüttükleri vicdan azaplarını gördüm. Hayatın, bizden önce içten pazarlıktan en uzakta kalanları, en samimileri, en gözü pekleri ayırdığı doğrudur. Ölüm ve mapusla böylece tanıştım. En güzellerin, en hesapsızların ayrılıklarıyla… Sonra yakılmamış, kıyılamamış kitaplar topraktan çıktı, köy evlerinden dönmeye başladı. Kitaplar, kitaplar okudum. Henüz bir lise öğrencisiyken artık aktif siyasetin gençliğin büyük bir bölümü için çok uzak ve korkulacak bir yaşam biçimi hatta bir hastalık olarak algılandığı günlerde Emirhan Oğuz’un “Ateş Hırsızları Söylencesi”yle tanıştım. Bu yepyeni bir dünya değildi benim için. Devrimci şairlerin pek çoğunu biliyor, mahsus mahalden çıkan şiirlerin kimisini genç sesimle dost meclislerinde okuyordum. Babamın “onlar” gibi olmak istememi övünç ve korkuyla karşıladığını, bana sebepli sebepsiz sarılmalarını unutamam. Emirhan Oğuz da işte onlardan biriydi. Ama daha kapsayıcı, benim mitolojime daha yakın bir dünyaydı onunki. Her ne kadar o zamanki okur düzeyimle bile fark ettiğim otobiyografik göndermelerle yüklü bir kitapla karşı karşıya olsam da bu, evet, benim dünyamdı. Mapus yatan, kavga eden, barikatın ardındaki bendim; şiir söyleyen, özleyen, özlenen de bendim.
Kitabın kapağında neden bilmem ergen odamın duvarında kendine yer bulmuş Picasso’nun Matador serisindeki çizimlere benzetme cahil cesaretini bulduğum cinsiyetsiz bir figür vardı. İri ellerinden devasa bir ateş yükseliyordu. Belki Promete, belki iç savaşta güzelden ve doğrudan yana olan ve kendi bedeniyle ateş/aydınlık kaynağı olmuş biri (bir fedai) vardı. O zaman çocukergen zihnimde geliştirdiğim fedailik anlayışına ne kadar da uygundu. Promete bizden önceki kuşaklar gibi bizim kuşağımızın da ilk Antik Yunan okumalarının kaçınılmaz kahramanı değil miydi zaten? Sonra… Sonra kitap benim Neruda’mla açılıyordu. Belki de bugüne kadar getirdiğim naçizane Latin Amerika sevgimi, kim bilir hangi taverna şarkıcısının kasetinin üstüne çekilmiş, Arap ülkelerine çalışmaya giden ya da kaçakçılar marifetiyle belki Suriye belki Beyrut üzerinden İskenderun’a gelip konmuş, bin bir defa kaydedile edile neredeyse dinlenemez olmuş Victor Jara’lara, Victor Jara’nın kardeşleri sevgili Inti İllimani’me zaten o zamana kadar az çok okuduğum Vasconselos’uma ve güzel İspanyol adlarını severek işe başladığım Marquez’e, Alegria’ya elbette birer çizgi film kahramanı gibi görüp tanıdığım, bugün bile babaevinde fotoğraflarımızın asıldığı duvarda, Hayber Kalesi fatihi Ali’nin yakışıklı bir portresi ve ailecek çekilmiş bir düğün resmimizin arasında duran Los Barbudos’ların en ünlüsü Arkadaşım Che’ye olan sevgimde Neruda’nın, ne güzel tesadüflerle tanıştığım Neruda’nın, katkısı vardır. Ateş Hırsızları Söylencesi “Canto General”den “Ülkesin sen, sonsuz ova ve halk, / kum, kil okul ocak, / Dirilişsin sen. / Yumruksun, atılım ve yürünecek yol, / Eylem, saldırı, buğday, / kavga ve yüceliksin, /Direnişsin sen.” dizeleriyle açılıyordu. Acaba kahramanımı buluyor muydum?
Kitabın ilk şiiri “Yaşam Şuncağız Bir Şey İşte” hayatımın birbirinden apayrı noktalarında hep karşıma çıktı. Liseyi su içer gibi bitirip kavga şehri İstanbul’a üniversite okumak için gittiğim yıllardaki anmalarda bu şiiri duyduğumda benden başka Emirhan Oğuz okurları olduğunu fark etmek beni gerçekten şaşırtmıştır, sevindirmiş biraz da kıskandırmıştır. Bu Emirhan Oğuz okur/arkadaşlarından biriyle, aslında bir fotoğraf sanatçısı olan Mehmet Özer’le, 1996 yılında bir eylem ertesinde tanıştım. Neredeyse yarı legal bütün anmalarda, etkinliklerde şiir okumak için sahne alan Mehmet Özer, Arkadaş’ın “Sevdadır”ını Emirhan Oğuz’un “Yaşam Şuncağız Bir Şey İşte”sini hemen hemen her defasında okumuştur. Bu şiireylem bölümleri genellikle hep beraber okunan “Benerci Kendini Niçin Öldürdü”nün son bölümü olan Matem Marşı’yla biterdi. Mehmet Özer’in inceden inceye sezilen Karadeniz ağzına aslında yüksek sesle şiir okumayı ve bu yolla okunan şiiri dinlemeyi sevmememe rağmen gençlik ateşimizi harlayan sert okuyuşuna bu şiirleri hep yakıştırmışımdır. “Yaşam Şuncağız Bir Şey İşte”yi ilk defa okuyacak olanlar bilmelidir ki bu bizim yakın tarihimizdir. 40 yaşından küçüklerin hiç hatırlamadığı yakın tarihimiz… İhzar müzekkereleriyle, ayrı düştüklerimizden arda kalan altı çizilmiş kitaplarla, belki bir kısacık söz belki bir fotoğraf belki bir yaprakla hatırladığımız diretmişliğimizle, o çay içmelere beklenen ama hiç gelmeyenlerle, dostların ölüm haberleriyle, sokaklarda kimliksiz dolaşanların acısı ve direnciyle, adresleri belirsizlerin sözlerini ve aşklarını silah yapmalarıyla ama illaki güneşin fabrika duvarlarına düştüğü an’ı hatırlayan umudumuzla, bir gün bunların yazılacağını bilen umudumuzla dolu olan tarihimiz…
Benim doğduğum topraklarda bir zamanlar hemen her evin ya bir tutsağı ya da çok özlenen ve gelmeyecek olanı vardı. 1983’te idam edilen Ali Aktaş’ın bin kolluk gücü arasında 30 kişiyle yapılan bir anmasından sonra İskenderun’un yoksul balıkçı mahallerinden birinde, kırık dökük bir çardağın altında, bir kuşçu kahvesinin yevmiyeli çıraklığını yapan ağır Arap şiveli o çocuğun okuduğu şiirin Emirhan Oğuz’un olduğunu elbette okuyandan başka bir tek ben biliyordum. “umudun sınandığı / en kuytu köşesinde bir kentin / ıslanmış çiçeklerce / çiçeklenmiş dallarca / kim / kim söyler şimdi türküsünü” derken o güzel çocuk elbette Ali Aktaş’ı da özlenip hiç gelmeyecek olanları ve “omzunun uçurumlarında dünyanın bütün kuşları için yuvalar taşıyanları” da Emirhan Oğuz’un dizeleriyle hatırlıyordu.
12 Eylül’ü küçük bir çocuk olarak karşıladım. Antakya ve İskenderun’da büyüdüm. Alelacele banyo sobalarında yakılan kitapların kokusunu, gidenlerin dönmeyenlerin acısını, geride kalanların hasretlerini ve gizli gizli büyüttükleri vicdan azaplarını gördüm. Hayatın, bizden önce içten pazarlıktan en uzakta kalanları, en samimileri, en gözü pekleri ayırdığı doğrudur. Ölüm ve mapusla böylece tanıştım. En güzellerin, en hesapsızların ayrılıklarıyla… Sonra yakılmamış, kıyılamamış kitaplar topraktan çıktı, köy evlerinden dönmeye başladı. Kitaplar, kitaplar okudum. Henüz bir lise öğrencisiyken artık aktif siyasetin gençliğin büyük bir bölümü için çok uzak ve korkulacak bir yaşam biçimi hatta bir hastalık olarak algılandığı günlerde Emirhan Oğuz’un “Ateş Hırsızları Söylencesi”yle tanıştım. Bu yepyeni bir dünya değildi benim için. Devrimci şairlerin pek çoğunu biliyor, mahsus mahalden çıkan şiirlerin kimisini genç sesimle dost meclislerinde okuyordum. Babamın “onlar” gibi olmak istememi övünç ve korkuyla karşıladığını, bana sebepli sebepsiz sarılmalarını unutamam. Emirhan Oğuz da işte onlardan biriydi. Ama daha kapsayıcı, benim mitolojime daha yakın bir dünyaydı onunki. Her ne kadar o zamanki okur düzeyimle bile fark ettiğim otobiyografik göndermelerle yüklü bir kitapla karşı karşıya olsam da bu, evet, benim dünyamdı. Mapus yatan, kavga eden, barikatın ardındaki bendim; şiir söyleyen, özleyen, özlenen de bendim.
Kitabın kapağında neden bilmem ergen odamın duvarında kendine yer bulmuş Picasso’nun Matador serisindeki çizimlere benzetme cahil cesaretini bulduğum cinsiyetsiz bir figür vardı. İri ellerinden devasa bir ateş yükseliyordu. Belki Promete, belki iç savaşta güzelden ve doğrudan yana olan ve kendi bedeniyle ateş/aydınlık kaynağı olmuş biri (bir fedai) vardı. O zaman çocukergen zihnimde geliştirdiğim fedailik anlayışına ne kadar da uygundu. Promete bizden önceki kuşaklar gibi bizim kuşağımızın da ilk Antik Yunan okumalarının kaçınılmaz kahramanı değil miydi zaten? Sonra… Sonra kitap benim Neruda’mla açılıyordu. Belki de bugüne kadar getirdiğim naçizane Latin Amerika sevgimi, kim bilir hangi taverna şarkıcısının kasetinin üstüne çekilmiş, Arap ülkelerine çalışmaya giden ya da kaçakçılar marifetiyle belki Suriye belki Beyrut üzerinden İskenderun’a gelip konmuş, bin bir defa kaydedile edile neredeyse dinlenemez olmuş Victor Jara’lara, Victor Jara’nın kardeşleri sevgili Inti İllimani’me zaten o zamana kadar az çok okuduğum Vasconselos’uma ve güzel İspanyol adlarını severek işe başladığım Marquez’e, Alegria’ya elbette birer çizgi film kahramanı gibi görüp tanıdığım, bugün bile babaevinde fotoğraflarımızın asıldığı duvarda, Hayber Kalesi fatihi Ali’nin yakışıklı bir portresi ve ailecek çekilmiş bir düğün resmimizin arasında duran Los Barbudos’ların en ünlüsü Arkadaşım Che’ye olan sevgimde Neruda’nın, ne güzel tesadüflerle tanıştığım Neruda’nın, katkısı vardır. Ateş Hırsızları Söylencesi “Canto General”den “Ülkesin sen, sonsuz ova ve halk, / kum, kil okul ocak, / Dirilişsin sen. / Yumruksun, atılım ve yürünecek yol, / Eylem, saldırı, buğday, / kavga ve yüceliksin, /Direnişsin sen.” dizeleriyle açılıyordu. Acaba kahramanımı buluyor muydum?
Kitabın ilk şiiri “Yaşam Şuncağız Bir Şey İşte” hayatımın birbirinden apayrı noktalarında hep karşıma çıktı. Liseyi su içer gibi bitirip kavga şehri İstanbul’a üniversite okumak için gittiğim yıllardaki anmalarda bu şiiri duyduğumda benden başka Emirhan Oğuz okurları olduğunu fark etmek beni gerçekten şaşırtmıştır, sevindirmiş biraz da kıskandırmıştır. Bu Emirhan Oğuz okur/arkadaşlarından biriyle, aslında bir fotoğraf sanatçısı olan Mehmet Özer’le, 1996 yılında bir eylem ertesinde tanıştım. Neredeyse yarı legal bütün anmalarda, etkinliklerde şiir okumak için sahne alan Mehmet Özer, Arkadaş’ın “Sevdadır”ını Emirhan Oğuz’un “Yaşam Şuncağız Bir Şey İşte”sini hemen hemen her defasında okumuştur. Bu şiireylem bölümleri genellikle hep beraber okunan “Benerci Kendini Niçin Öldürdü”nün son bölümü olan Matem Marşı’yla biterdi. Mehmet Özer’in inceden inceye sezilen Karadeniz ağzına aslında yüksek sesle şiir okumayı ve bu yolla okunan şiiri dinlemeyi sevmememe rağmen gençlik ateşimizi harlayan sert okuyuşuna bu şiirleri hep yakıştırmışımdır. “Yaşam Şuncağız Bir Şey İşte”yi ilk defa okuyacak olanlar bilmelidir ki bu bizim yakın tarihimizdir. 40 yaşından küçüklerin hiç hatırlamadığı yakın tarihimiz… İhzar müzekkereleriyle, ayrı düştüklerimizden arda kalan altı çizilmiş kitaplarla, belki bir kısacık söz belki bir fotoğraf belki bir yaprakla hatırladığımız diretmişliğimizle, o çay içmelere beklenen ama hiç gelmeyenlerle, dostların ölüm haberleriyle, sokaklarda kimliksiz dolaşanların acısı ve direnciyle, adresleri belirsizlerin sözlerini ve aşklarını silah yapmalarıyla ama illaki güneşin fabrika duvarlarına düştüğü an’ı hatırlayan umudumuzla, bir gün bunların yazılacağını bilen umudumuzla dolu olan tarihimiz…
Benim doğduğum topraklarda bir zamanlar hemen her evin ya bir tutsağı ya da çok özlenen ve gelmeyecek olanı vardı. 1983’te idam edilen Ali Aktaş’ın bin kolluk gücü arasında 30 kişiyle yapılan bir anmasından sonra İskenderun’un yoksul balıkçı mahallerinden birinde, kırık dökük bir çardağın altında, bir kuşçu kahvesinin yevmiyeli çıraklığını yapan ağır Arap şiveli o çocuğun okuduğu şiirin Emirhan Oğuz’un olduğunu elbette okuyandan başka bir tek ben biliyordum. “umudun sınandığı / en kuytu köşesinde bir kentin / ıslanmış çiçeklerce / çiçeklenmiş dallarca / kim / kim söyler şimdi türküsünü” derken o güzel çocuk elbette Ali Aktaş’ı da özlenip hiç gelmeyecek olanları ve “omzunun uçurumlarında dünyanın bütün kuşları için yuvalar taşıyanları” da Emirhan Oğuz’un dizeleriyle hatırlıyordu.
Antakyalılıktan aldığım sevgili kırıkeksik Arapçamın önüme açtığı ilk ufuk, o kanlı ufuk, Filistin oldu. Çok az ölüme ağlamışımdır. Bunlardan biri henüz 15 yaşındayken bir işgal tankına taş atarken vurularak öldürülen Faris Odeh’in ölümüdür. Faris öldürülmeden çok önce yani ilk İntifada zamanında işgal askerlerinin bir Filistinli gencin kolunu taşlarla kırdıkları görüntü bugün bile hafızamda çok taze. O görüntüleri izlediğim zaman duyduğum nefret ve öfke hep rehberim olsun isterim. Emirhan Oğuz’un “Filistin La Ville Martyre (Şehit Şehir)” adlı şiiri belki nefretten değil ama öfkeden beslenen Filistin direniş şiirleri içinde çok önemli bir yer tutuyor kendi Filistin antolojimde. Bizim güzel ve matemli ülkemiz gibi Filistin’e de bakarken insanı görüyor şair. Barikatlar, tarakalar, bataryalar, yangınlar, toplama kampları ama illa ki cesur ve küçük insanlar. Adları bilinmeyen fedailer. Plaza de Mayo’nun çocukları ya da Sabra ve Şatila’nın ne fark eder?
Girişte kısaca anlattığım aynileşmeyi yaşadığım kitap “Ateş Hırsızları Söylencesi”dir. Yıllar sonra şairle tanıştığımda o hayal kırıklığını yaşamadığımı söylemeliyim. Emirhan Oğuz bir şair olarak toplumsal sorumluluğunu aktif bir siyasal intisapla yerine getirmiş, daima örgütlü muhalefeti savunmuş, allı pullu yıldızlar, şişirilmiş kahramanlar dünyasında her muhalif sanatçının çeşitli biçimlerde yaşadığı yok saymaya, takip ve tutsak edilmeye maruz kalmıştır. İşkence, ölüm ve sürgüne karşı şiir ve kılıç yan yana…
Bu eşsiz kitabın önemli bir bölümü, şairin siyasi tutsak olarak bulunduğu Sağmalcılar Cezaevi’nde yazılmıştır. Cuntanın en azgın zamanlarını kimliksiz bir savaşçı ve tutsak bir şair olarak karşılamıştır Oğuz. Her satırında yenilginin yanı başına umut boy atar. Promete’nin çaldığı ateş Bedreddin’den, Komutan Che’ye ve Kawa’dan, Abdal Pir Sultan’a uzanır. İrlanda Ashtown’dan Beyrut’a ve Buenos Aires’ten İstanbul’a kadar geçtiği her yerde ışıltısını bırakır. Güncele çok yaklaştığı zamanlarda bile Oğuz’un şiirleri bütünlüklü imge yapısından ödün vermez. Kemal Özer bu bağlamda “kafaya ve gönle aynı ağırlıkta seslenebilen bir şair” olarak boşuna selamlamıyor Oğuz’u. Kitap çıkalı 20 yıldan fazla oldu. Elbet bir gün bu kitabın ortaya nasıl çıktığı yazılacak, anlatılacaktır. Elbet bir gün kimsenin tanımadığı bir şairin ilk kitabının dönemin en önemli ödüllerini nasıl kazandığı anlatılır. Belki bir gün Emirhan Oğuz, ilk kitabından sonraki 20 yılı neden suskun geçirdiğini anlatır. Belki bir gün Emirhan Oğuz Söylence’nin ikinci baskısı için neden bu kadar beklediği anlatır. Ve son olarak belki bir gün Faris Kuseyri, bir derginin künyesinde adını Emirhan Oğuz’un hemen altında görünce neler hissettiği anlatır.”
yasakmeyve dergisi
Girişte kısaca anlattığım aynileşmeyi yaşadığım kitap “Ateş Hırsızları Söylencesi”dir. Yıllar sonra şairle tanıştığımda o hayal kırıklığını yaşamadığımı söylemeliyim. Emirhan Oğuz bir şair olarak toplumsal sorumluluğunu aktif bir siyasal intisapla yerine getirmiş, daima örgütlü muhalefeti savunmuş, allı pullu yıldızlar, şişirilmiş kahramanlar dünyasında her muhalif sanatçının çeşitli biçimlerde yaşadığı yok saymaya, takip ve tutsak edilmeye maruz kalmıştır. İşkence, ölüm ve sürgüne karşı şiir ve kılıç yan yana…
Bu eşsiz kitabın önemli bir bölümü, şairin siyasi tutsak olarak bulunduğu Sağmalcılar Cezaevi’nde yazılmıştır. Cuntanın en azgın zamanlarını kimliksiz bir savaşçı ve tutsak bir şair olarak karşılamıştır Oğuz. Her satırında yenilginin yanı başına umut boy atar. Promete’nin çaldığı ateş Bedreddin’den, Komutan Che’ye ve Kawa’dan, Abdal Pir Sultan’a uzanır. İrlanda Ashtown’dan Beyrut’a ve Buenos Aires’ten İstanbul’a kadar geçtiği her yerde ışıltısını bırakır. Güncele çok yaklaştığı zamanlarda bile Oğuz’un şiirleri bütünlüklü imge yapısından ödün vermez. Kemal Özer bu bağlamda “kafaya ve gönle aynı ağırlıkta seslenebilen bir şair” olarak boşuna selamlamıyor Oğuz’u. Kitap çıkalı 20 yıldan fazla oldu. Elbet bir gün bu kitabın ortaya nasıl çıktığı yazılacak, anlatılacaktır. Elbet bir gün kimsenin tanımadığı bir şairin ilk kitabının dönemin en önemli ödüllerini nasıl kazandığı anlatılır. Belki bir gün Emirhan Oğuz, ilk kitabından sonraki 20 yılı neden suskun geçirdiğini anlatır. Belki bir gün Emirhan Oğuz Söylence’nin ikinci baskısı için neden bu kadar beklediği anlatır. Ve son olarak belki bir gün Faris Kuseyri, bir derginin künyesinde adını Emirhan Oğuz’un hemen altında görünce neler hissettiği anlatır.”
yasakmeyve dergisi
Mademki ‘yaşam şuncağız bir şey işte’ o vakit anlatılsın hikâyelerimiz bizim de. Ki peşine düştüğümüz kişisel mitolojimizi yakalamış olalım. Yapacaksak şiirden hayatımızın sağlamasını, okuduklarımızın hatıralarımız olması için anlatılsın hissedilenler. Anlatılsın ki biz de şair olalım.
balaban’ın anlattığıdır
“simurg, kuşların gönüllerinden sabrı ve kararı aldı. aşkları birken yüz bin oldu.”
feridüddin attar
nereye tutunsam bir yangın artığı
bir bahar eskisi hangi kadını öpsem
kınsız yatağan ve sinsi bıçak dünyasında
bana aşkı anlatma ey sararmış kitap
mürekkep kurur, sular durulur
gün ayazında çırçıplak kalırsın
ben bir ses arıyordum ey eski zaman yazıtları
ey tirşe gölgeler
sustu mu çağlayacak, korkutacaktı tiranları
mezmurlar sussa ne başlayacak ki ardından
hiçbir şeyse kabulümdür
kabulümdür ancak uğultulu bir sessizlik
yârim benim kanayan yerim,
benim ağrıyan yerim.
ne adanmışsa sana söküp at
at ki kuzgunlar üleşsin
yatırlardan korkmayasın diye
çaputlar bağlıyorum o bilge ağaca
günü görünce sevinmek niye
niye umutlanmak denizin kokusuyla
çıplak ayaklı nebilerin ak sakalları vardı
onlar korurdu taşlanmış mukaddes fahişeleri
çiçekli evlerden ve çıkrıklardan ve kuyulardan önce
yaban hayvanlar şehirlere küsmemişken daha
her gün bir efsaneye gebe, her an ilahi bir müjdeyken
söz kirlenmeden önce ve ses burulmadan önce
seviştim ahitlerden sakince çıkıp gelen fahişelerle
fahişeler kana kesmiş birer ucube doğurdular
ve rivayet odur ki adsız tanrılar emzirmektedir onları hâlâ
faris kuseyri / akatalpa dergisi
feridüddin attar
nereye tutunsam bir yangın artığı
bir bahar eskisi hangi kadını öpsem
kınsız yatağan ve sinsi bıçak dünyasında
bana aşkı anlatma ey sararmış kitap
mürekkep kurur, sular durulur
gün ayazında çırçıplak kalırsın
ben bir ses arıyordum ey eski zaman yazıtları
ey tirşe gölgeler
sustu mu çağlayacak, korkutacaktı tiranları
mezmurlar sussa ne başlayacak ki ardından
hiçbir şeyse kabulümdür
kabulümdür ancak uğultulu bir sessizlik
yârim benim kanayan yerim,
benim ağrıyan yerim.
ne adanmışsa sana söküp at
at ki kuzgunlar üleşsin
yatırlardan korkmayasın diye
çaputlar bağlıyorum o bilge ağaca
günü görünce sevinmek niye
niye umutlanmak denizin kokusuyla
çıplak ayaklı nebilerin ak sakalları vardı
onlar korurdu taşlanmış mukaddes fahişeleri
çiçekli evlerden ve çıkrıklardan ve kuyulardan önce
yaban hayvanlar şehirlere küsmemişken daha
her gün bir efsaneye gebe, her an ilahi bir müjdeyken
söz kirlenmeden önce ve ses burulmadan önce
seviştim ahitlerden sakince çıkıp gelen fahişelerle
fahişeler kana kesmiş birer ucube doğurdular
ve rivayet odur ki adsız tanrılar emzirmektedir onları hâlâ
faris kuseyri / akatalpa dergisi
Şimdi şelale gibi aksın şiir, yunalım altında…
Faris Kuseyri’nin yayınlanan diğer şiirleri;
sana geldim
ilticamı mazur gör hep aşktan seferiyim
sana geldim bağrımda görüldü mühürleri
açık ölü ağzından bir soluktur şiirim
sana geldim elimde solmuş katmer gülleri
fevrinden ki yandım cürmünden ki korktum
sana geldim ışımadan içimin gölgeleri
gülünç bir lanet gibi bozaydınlık sularım
sana geldim aklımda dostların genç ölümleri
kokuşmuş terk edilmiş sabırsız çıplaklığım
sana geldim ağzımda kerhane küfürleri
sana geldim sana geldim baş eğip sana geldim
elimden tut bırakma unut tüm şiirleri
faris kuseyri / mor taka dergisi
adınladır
adınla başlasın ve bitsin bir süt damlasıyla vaftiz ettiğim şiirler
bir süt damlası, acıkmıştım ve beni doyurmaya yetmeyecekti
daha başlamamıştı büyülü böcekler akşam şarkılarını söylemeye
gideceksen çabuk git her şeyi unutuyorum adın kalıyor yadigâr
şilepler alargada kalmış, ağzımda zehir zıkkım bir heyamola şarkısı
deniz beni al, tuz beni yoğur, dalga beni sakla, liman beni unut
yolculuk harcım değilmiş, şehirler yanarmış limana ayak bassam
gideceksen çabuk git yetişmek mümkün olmasın demir almak saatine
sen buraya da mı dokundun, babamın adımı fısıldadığı yere
duymak için çırpınıyorum deniz kabuklarının içinde kopan depremi
ses bir sızıdır, ağul ağul akan bir ırmaktır, uzaktan bakamazsın
gideceksen çabuk git dinsin tebessüm ve başlasın sükût şarkısı
çelikten bir döşek çattım, gözlerim aralı, uykum sükûtumdan beter
yürüdüm ki bitmesin şoseler, uyudum ki uyanmasın geceler sahibi
en uzakta, rayların kesiştiği yerde bekliyorum de, ama bekleme
gideceksen çabuk git biletler tükenmiş olsun, haritalar yırtılmış
adınla başlasın ve bitsin bir süt damlasıyla vaftiz ettiğim şiirler
adını söyleme, kimse duymasın, ben biliyorum, yeter de artar
ardından bakmak için gözlerimi açık tuttuğumu söylüyorlar
gideceksen çabuk git ben değilim bu konuşan, söyleyen ben değilim
faris kuseyri / eliz dergisi
açık kalmış dimağ
düşer kış yaprakları
ben üşürüm
yalnızlığın gözleridir orda
karanlıklar
sensizlik uzak bir yıldız gibi
parlar
yalnızlığın gözleridir orda
karanlıklar
çıplaklığım utanır
ben arınırım
sende erirken
uyanırım
sensizlik uzak bir yıldız gibi
parlar
saydam rüyalardır ellerin
senin
hissedildiği yerde hiç
görülmeyenin
faris kuseyri / akköy dergisi
immortal
hazin isyanların tortusu kalır
açıp da solmaya durur
adlarını bilmediğim çiçekler
uzun mısralar yazılır
kimsenin sevmediği harflerle başlar şiirler
büyülü bir sessizlikte uçuyorum sanılır
hazin isyanların tortusu kalır
bu ben miyim seninle aynı göğün altındaki
aynı göğün altında
aynı kitabın gölgesinde
aynı filmin sevincinde
ölmez zannedilenin öldüğü yerde
söylüyorum bu şiiri
kalk çocukluğum kabristanlara
gidiyoruz
mersin ağaçlarından dallar koparmaya
uzun ve gizli merasimlerini
ezberlemeye gidiyoruz atalarımın
üzüm suyunda arınmaya
derin karakazanlarda kaynayıp erimeye
gidiyoruz
kırk gün kırk gece sakallarımız uzasın
her sabah bir ayin gibi onları sevmeye
gidiyoruz
beyaz mukaddes kubbelere
yeşil çaputlara teslim olmaya
gidiyoruz
yislam veledkin* yislam veledkin yislam veledkin
kalk çocukluğum kalk
gör bak kimin genç etini kefenliyorlar
her şey sustu
ben anlayayım diye
aksakız yatakların ağrısını
*antakya yöresinde kullanılan bir taziye sözü, evladın yaşasın.
faris kuseyri / amanos yazıları dergisi
kan, kül ve kün.
kan
“unutulmuş bir ihtilal bildirisinin arkasına yazılmıştır”
devrildi mevsimin ak sancağı
karardı her yer örtüldü pencereler
baharla mı aldatacaklar beni
kuşlarla mı kitaplarla mı
kapattığım kapılar aldanmışlığımdır
benim
kıvıldayan akkurtlar benim
özkardeşlerim
toprak çürüdükten sonra nefret neye
yarar
ne yana gidilir harta alkanlar
içindeyken
güz bile değil yaprağın sararması
tırnağın uzaması ölüm bile değil
kıyamı bildim ve gördüm kıblelerin
ihanetini
nasıl da koşuşurduk uğruna
gökçekimlerinin
genç ölüler tutardı ihtilallerin güncesini
bir kan bilirdi
bir ben bilirdim
işleyen rotatiflerin kıymetini
geldi ki sonu gelmez sandığımız
tuttuk dinledik
tevekkül hain dostumuzdu
ey kardaşlar ey yaranlar imdi sözüm vardır size
unutun adlarınızı
onlar size titreyen nabızlardan başka ne verdiler
değil mi ki her yer günlük güneşlikti
değil mi ki kırılmıştı kabuklar
sıkılı yumruklarla umut terennüm edilirdi
merhaba mı diyelim şimdi elveda mı
siz yarası soğumuş kızgın bakışlarım
kendini bükülmez sanan dizlerim benim
sözle başlamıştı her şey, söz bir büyüydü
yaşamaksa bir kabullenişti ancak
yazılmış tarihleri unutun artık
karanlık daha çok anlatır günden
bir tek sorum var zaman sefihlerine
ben neyi unutacağım ey biliciler
ve neyi hatırlayacağım ey susayna eskileri
ağudur suyun anlattığı
söz biter ve kapanır kuyular
faris kuseyri / sonra edebiyat dergisi
kül
yakın mı uzak mı o yaralı yüz
o saydam bakış o kapalı kapılar
yeni mi dersiniz erguvanın bu hırçın rengi
dönenip duran bu harmaniler
neden kara ve yakaları kirli
her şey yerli yerinde mi ey mağrur zaman
için için akan bir ırmakta gizlenen tabutum
söz dinleyen ellerim
gürültüyle devrilen günün altında verilmiş sözler
saklı sevinçleri derdest eden
bin yıldır beklenip de verilmemiş sözler
düş neye yarar hatırayı unutturmaktan başka
uykuma közlenmiş ateşiyle bedenler biçiyor
atlas yükünden yük beğeniyor sırtıma o ihtilal şarkısı
her gece evreni yıkıp da yeniden kuran kim
siz misiniz harflere tılsımlar bağışlayan
lanetlenmiş şiirleri kulağıma fısıldayan siz misiniz ey
alıştım her sözüne babil’de adımı unuttuğumdan beri
faris kuseyri / üç nokta dergisi
kün
kalu belada duydum sesini ben o gündür seni ararım
o gündür seni ararım ayaklanmaların ilk kargışlarında
bir eskimiş saat bekler çıkmaz sokaklarda, ıssız bulvarlarda
sana ne söyleyeyim karakara odalarda içim buruk bile değil
bilmem uyuyakalır mısın yaz akşamları tahta iskemleler toplanırken
bilmem, istemem bilmeyi ellerinin yumuşaklığını aklının mavi rengini
kan oturmuş uzuvlarım var gözlerim var görülmedik sen bilmezsin
kırık kalmış selamlarım, pazar yıkanmalarım, yapılmamış ödevlerim
kaçıp uzak koyakların yaprak kokularını bulsam da hep aynı yerdeyim
ölü bir dostun son bakışına mı benziyorsun, acı gibi değil, değil matem gibi
dönüp dönüp seni buluyorum sanki hep senden korktum hep sevdim seni
sanki sözlerin altın varaklı kitaplarda çoğaldı açık yeşil torbalarda saklandı
sanki kün dedin bu sokaklar o yüzden boş bu oda ondan dağınık
sinsi kâbuslar tutarken elimden bilmecesini cevaplardım istiharelerin
ah ben ne çok severdim yağ kutularından fışkıran fesleğenleri
açıl derdim kapılara ve açılırlardı beni dışarıda bırakarak her seferinde
şiirler okurdum hiçbir dilde yazılmamış, âşık olunmamış kadınlar severdim
intiharla biten romanlar alırdım, anlardım ölümün sevgili bir sayvan olduğunu
köleler gölgeleri özlerdi, ben utanırdım sana biriktirdiklerimden
gel de al bu kesilmiş saçlarımı saçılmış uykularımı bitmemiş şiirlerimi
sen ol dersin ve olur, dolar sokaklar taze kokular yükselir karakara odalardan
Faris Kuseyri’nin yayınlanan diğer şiirleri;
sana geldim
ilticamı mazur gör hep aşktan seferiyim
sana geldim bağrımda görüldü mühürleri
açık ölü ağzından bir soluktur şiirim
sana geldim elimde solmuş katmer gülleri
fevrinden ki yandım cürmünden ki korktum
sana geldim ışımadan içimin gölgeleri
gülünç bir lanet gibi bozaydınlık sularım
sana geldim aklımda dostların genç ölümleri
kokuşmuş terk edilmiş sabırsız çıplaklığım
sana geldim ağzımda kerhane küfürleri
sana geldim sana geldim baş eğip sana geldim
elimden tut bırakma unut tüm şiirleri
faris kuseyri / mor taka dergisi
adınladır
adınla başlasın ve bitsin bir süt damlasıyla vaftiz ettiğim şiirler
bir süt damlası, acıkmıştım ve beni doyurmaya yetmeyecekti
daha başlamamıştı büyülü böcekler akşam şarkılarını söylemeye
gideceksen çabuk git her şeyi unutuyorum adın kalıyor yadigâr
şilepler alargada kalmış, ağzımda zehir zıkkım bir heyamola şarkısı
deniz beni al, tuz beni yoğur, dalga beni sakla, liman beni unut
yolculuk harcım değilmiş, şehirler yanarmış limana ayak bassam
gideceksen çabuk git yetişmek mümkün olmasın demir almak saatine
sen buraya da mı dokundun, babamın adımı fısıldadığı yere
duymak için çırpınıyorum deniz kabuklarının içinde kopan depremi
ses bir sızıdır, ağul ağul akan bir ırmaktır, uzaktan bakamazsın
gideceksen çabuk git dinsin tebessüm ve başlasın sükût şarkısı
çelikten bir döşek çattım, gözlerim aralı, uykum sükûtumdan beter
yürüdüm ki bitmesin şoseler, uyudum ki uyanmasın geceler sahibi
en uzakta, rayların kesiştiği yerde bekliyorum de, ama bekleme
gideceksen çabuk git biletler tükenmiş olsun, haritalar yırtılmış
adınla başlasın ve bitsin bir süt damlasıyla vaftiz ettiğim şiirler
adını söyleme, kimse duymasın, ben biliyorum, yeter de artar
ardından bakmak için gözlerimi açık tuttuğumu söylüyorlar
gideceksen çabuk git ben değilim bu konuşan, söyleyen ben değilim
faris kuseyri / eliz dergisi
açık kalmış dimağ
düşer kış yaprakları
ben üşürüm
yalnızlığın gözleridir orda
karanlıklar
sensizlik uzak bir yıldız gibi
parlar
yalnızlığın gözleridir orda
karanlıklar
çıplaklığım utanır
ben arınırım
sende erirken
uyanırım
sensizlik uzak bir yıldız gibi
parlar
saydam rüyalardır ellerin
senin
hissedildiği yerde hiç
görülmeyenin
faris kuseyri / akköy dergisi
immortal
hazin isyanların tortusu kalır
açıp da solmaya durur
adlarını bilmediğim çiçekler
uzun mısralar yazılır
kimsenin sevmediği harflerle başlar şiirler
büyülü bir sessizlikte uçuyorum sanılır
hazin isyanların tortusu kalır
bu ben miyim seninle aynı göğün altındaki
aynı göğün altında
aynı kitabın gölgesinde
aynı filmin sevincinde
ölmez zannedilenin öldüğü yerde
söylüyorum bu şiiri
kalk çocukluğum kabristanlara
gidiyoruz
mersin ağaçlarından dallar koparmaya
uzun ve gizli merasimlerini
ezberlemeye gidiyoruz atalarımın
üzüm suyunda arınmaya
derin karakazanlarda kaynayıp erimeye
gidiyoruz
kırk gün kırk gece sakallarımız uzasın
her sabah bir ayin gibi onları sevmeye
gidiyoruz
beyaz mukaddes kubbelere
yeşil çaputlara teslim olmaya
gidiyoruz
yislam veledkin* yislam veledkin yislam veledkin
kalk çocukluğum kalk
gör bak kimin genç etini kefenliyorlar
her şey sustu
ben anlayayım diye
aksakız yatakların ağrısını
*antakya yöresinde kullanılan bir taziye sözü, evladın yaşasın.
faris kuseyri / amanos yazıları dergisi
kan, kül ve kün.
kan
“unutulmuş bir ihtilal bildirisinin arkasına yazılmıştır”
devrildi mevsimin ak sancağı
karardı her yer örtüldü pencereler
baharla mı aldatacaklar beni
kuşlarla mı kitaplarla mı
kapattığım kapılar aldanmışlığımdır
benim
kıvıldayan akkurtlar benim
özkardeşlerim
toprak çürüdükten sonra nefret neye
yarar
ne yana gidilir harta alkanlar
içindeyken
güz bile değil yaprağın sararması
tırnağın uzaması ölüm bile değil
kıyamı bildim ve gördüm kıblelerin
ihanetini
nasıl da koşuşurduk uğruna
gökçekimlerinin
genç ölüler tutardı ihtilallerin güncesini
bir kan bilirdi
bir ben bilirdim
işleyen rotatiflerin kıymetini
geldi ki sonu gelmez sandığımız
tuttuk dinledik
tevekkül hain dostumuzdu
ey kardaşlar ey yaranlar imdi sözüm vardır size
unutun adlarınızı
onlar size titreyen nabızlardan başka ne verdiler
değil mi ki her yer günlük güneşlikti
değil mi ki kırılmıştı kabuklar
sıkılı yumruklarla umut terennüm edilirdi
merhaba mı diyelim şimdi elveda mı
siz yarası soğumuş kızgın bakışlarım
kendini bükülmez sanan dizlerim benim
sözle başlamıştı her şey, söz bir büyüydü
yaşamaksa bir kabullenişti ancak
yazılmış tarihleri unutun artık
karanlık daha çok anlatır günden
bir tek sorum var zaman sefihlerine
ben neyi unutacağım ey biliciler
ve neyi hatırlayacağım ey susayna eskileri
ağudur suyun anlattığı
söz biter ve kapanır kuyular
faris kuseyri / sonra edebiyat dergisi
kül
yakın mı uzak mı o yaralı yüz
o saydam bakış o kapalı kapılar
yeni mi dersiniz erguvanın bu hırçın rengi
dönenip duran bu harmaniler
neden kara ve yakaları kirli
her şey yerli yerinde mi ey mağrur zaman
için için akan bir ırmakta gizlenen tabutum
söz dinleyen ellerim
gürültüyle devrilen günün altında verilmiş sözler
saklı sevinçleri derdest eden
bin yıldır beklenip de verilmemiş sözler
düş neye yarar hatırayı unutturmaktan başka
uykuma közlenmiş ateşiyle bedenler biçiyor
atlas yükünden yük beğeniyor sırtıma o ihtilal şarkısı
her gece evreni yıkıp da yeniden kuran kim
siz misiniz harflere tılsımlar bağışlayan
lanetlenmiş şiirleri kulağıma fısıldayan siz misiniz ey
alıştım her sözüne babil’de adımı unuttuğumdan beri
faris kuseyri / üç nokta dergisi
kün
kalu belada duydum sesini ben o gündür seni ararım
o gündür seni ararım ayaklanmaların ilk kargışlarında
bir eskimiş saat bekler çıkmaz sokaklarda, ıssız bulvarlarda
sana ne söyleyeyim karakara odalarda içim buruk bile değil
bilmem uyuyakalır mısın yaz akşamları tahta iskemleler toplanırken
bilmem, istemem bilmeyi ellerinin yumuşaklığını aklının mavi rengini
kan oturmuş uzuvlarım var gözlerim var görülmedik sen bilmezsin
kırık kalmış selamlarım, pazar yıkanmalarım, yapılmamış ödevlerim
kaçıp uzak koyakların yaprak kokularını bulsam da hep aynı yerdeyim
ölü bir dostun son bakışına mı benziyorsun, acı gibi değil, değil matem gibi
dönüp dönüp seni buluyorum sanki hep senden korktum hep sevdim seni
sanki sözlerin altın varaklı kitaplarda çoğaldı açık yeşil torbalarda saklandı
sanki kün dedin bu sokaklar o yüzden boş bu oda ondan dağınık
sinsi kâbuslar tutarken elimden bilmecesini cevaplardım istiharelerin
ah ben ne çok severdim yağ kutularından fışkıran fesleğenleri
açıl derdim kapılara ve açılırlardı beni dışarıda bırakarak her seferinde
şiirler okurdum hiçbir dilde yazılmamış, âşık olunmamış kadınlar severdim
intiharla biten romanlar alırdım, anlardım ölümün sevgili bir sayvan olduğunu
köleler gölgeleri özlerdi, ben utanırdım sana biriktirdiklerimden
gel de al bu kesilmiş saçlarımı saçılmış uykularımı bitmemiş şiirlerimi
sen ol dersin ve olur, dolar sokaklar taze kokular yükselir karakara odalardan
faris kuseyri / heves dergisi
3 yorum:
çok güzel. hocam elinize sağlık.
Ben almanyadan sevgi, gercekten cok guzel bir blog, eger twitter veya facebook sayfasi varsa hemen
ekliycegim.
Teşekkürler.
Facebook sayfamız
http://www.facebook.com/pages/Son-Barikat-Besiktas/204015873879
Twitter sayfamız
http://twitter.com/sonbarikatbjk
Yorum Gönder