21 Mayıs 2011 Cumartesi

VAR MISINIZ BEŞİKTAŞ'A HER AN AŞIK OLMAYA?

Beşiktaş Aşkı



Mutluluk izafidir.

Birinin mutluluktan anladığı, bir başkasının üzüntüsüne sebebiyet verebilir. Birini mutlu edebilecek herhangi bir şey bir başkasını tatmin etmeyebilir ya da birisi için oldukça önemsiz gözüken bir durum bir başkasına tarifi imkansız mutluluklar yaşatabilir.

İçinde barındırdığı herkesi acısıyla dahi mutlu edebilen bir şey varsa o aşktır. Aşk başa gelince izafiyet ortadan kalkar. Hisseden, hissettiren, seven, sevilen, vesile olan, tanık olan herkes mutludur, dahası mutluluğun bir parçasıdır.

Hepimizi çatısı altında toplayan aşk, Beşiktaş… Puan tablosuna baktığımızda memnun olabileceğimiz bir şey olmadığı aşikâr. Ama dedik ya, aşkın acısı bile ayrı güzel. Hani dedik ya, mutluluk izafi. Bu sene kahır şerbetinin tadını ezberlesek de, Beşiktaş’ı sahada görmek bile başlı başına bir mutluluk vesilesi değil miydi Allah aşkına? Siyah şort beyaz formayı bir halı saha maçında dahi görsek o elemanın takımını tutmuyor muyuz her birimiz? Sokakta top oynayan çocukların çığlığında bile bir Quaresma duyunca okşanmıyor mu yüreğimiz?

Geride bıraktığımız sezona ilişkin manşetlerde Beşiktaşlı için genelde hüsran, hayal kırıklığı, burukluk yazar. Ama onlar profesyonel manşetlerdir sonuçta, para için ve belli bir süreliğine oradadırlar. Birnevi dönen çarkın sözcülüğünü yaparlar. Esas olan Beşiktaşlıların gönlünde yer alan başlıklardır, gerisi vız-tırıs hava yollarının devamlı yolcusudur.

Beşiktaşlı bu sene yanlışı en başta yaptı belki de. Yapılan transferlerin ve içine girilen yeni sürecin verdiği ara gazını prospektüsteki yan etkiye göz atmaksızın aldık kabul ettik. Hazmedemedi bünye, helak ve bitap düştük. Oysa Guti gelirken, Quaresma üçlü çektirirken, Portekiz üçlemesi havaalanlarına sığmazken biz böyle düşünmemiştik. Bileti Dublin’e aldık ama depoya Kayseri’ye gidecek kadar benzin koyduk depoya. Ligde direksiyona yüksek promil alkolle oturduk çoğu kez ve bu sebepten maruz kaldığımız çevirmelerde şiş ve kebap olduk.

Bu noktada halen ısrarlıyım. Beşiktaş’ı dünya kulübü yapmak, Beşiktaş’ı dünyaya uydurmak uğruna bildiğimiz, sevdiğimiz o Beşiktaş’tan taviz vermek demek değildir. Bizim için aslolan mesele, gelecek nesillere Beşiktaş’ı bir dünya kulübü olarak bırakmak değil, Beşiktaşlı bir dünya bırakmaktır. Bu Beşiktaş dünyasında herkes kendini ve etrafını arıtacak ve aydınlatacaktır. Bu Beşiktaş dünyasında herkes Beşiktaş’a ve Beşiktaşlılığa sahip çıkacaktır. Gol her zaman dünya çapında forvetlerden gelmez, Takoz Recep’in röveşatasıyla ve üstelik yanlış kaleye de isabet edebilir. En iyi ara pasını her zaman Guti atamayabilir ama en kalleş geri pası hep Halilagic’ten gelir. Bir gün santrafor kaleci eldivenlerini giyip panter kesilebilir, başka bir gün kartal kalesinden Londra semalarına öpücük konduran bir asist gelebilir. Diyeceğim o ki Beşiktaşlı Beşiktaş’tan gelecek olan her şeye alışık, hazır ve razı olmalıdır.

İyi günde sahip çıkmak, ardında yürümek ve mutluluk konvoylarına katılmak kolaydır. Önemli olan kötü günde, gelecek iyi günlerin habercisi olmaktır. Oysa hayal kurmanın en bilindik kalleşliğidir hiçbir zaman gerçeğe dönüşmeyecek olması. Ama kapılırsın, ister istemez kapılırsın. Yeter ki hayalinin içinde ihtiraslar ve bunlardan kaynaklanan kıyımlar olmasın. Hakan topu doksandan çıkardığında değil, kornerde boşa çıktığında alkışlansın bir kere de. İsmail’in şutu tribünlere de gitse o ıslık sesi yerine o şutun gol olduğu gün geldiğinde yaşanacak gol sevinci ufak ufak hücrelere zulalanmaya başlasın. Guti ayağına her top alışında beklentimiz tereyağından çekilmiş kıl olmasın. Bobo için bir kere de topa yetişemediği zaman alkış kopsun statta.

Hak vereceksiniz; çocukluk çağlarımızda hepimiz daha mutluyduk. Sadece çocukluğun vermiş olduğu bir mutluluk değildi bu. O zaman dünyamıza imkansızlıklar hakimdi belki ama, belki de bu imkansızlıktı o dönemki mutluluğa imkan sağlayan. Formayı sadece topçunun üzerinde görürdük. Herhangi bir beyaz kıyafetin üzerine bir Beşiktaş arması diker ve o an hepimiz Beşiktaş’ın forveti oluverirdik. O zamanlar futbolcularla böyle bugünkü gibi sosyal medya sitelerinden sanal arkadaşlıklar edinip bunlara güvenerek enseye tokat olayına girdiğimiz olmazdı. Adına “tribün” denen ve milyonlarca Beşiktaşlının o akşam oynanan maçtaki yürek çarpıntısını dışa vurmakla görevli şanslı azınlık, maçlarda görürdü futbolcuları. Isınmaya çıktıklarında oley çekilirdi. Buluşma ve temas bundan ibaretti. Ama daha samimiydi. Futbolcu elini yüreğine koyar, taraftarın alkışı ciğerinden kopardı. Arada ağabeylerimiz antrenmana baklava götürürlerdi. Onların ağzı tatlanırdı, biz akşam spor haberlerinde izlerken tatlının şerbetinden gıyaben nasiplenirdik.

Futbolun belli başlı klasiklerdi vardı ezelden beri, bundan sonra da olmaya devam edeceği gibi. Ama Beşiktaş mabedi, futbol klişelerinin sınıfta kaldığı, ceza olarak tek ayak üzerinde bekletildiği yer oldu hep. Sosyal boyutu zaten malum, kimler kimler orada ters köşeye yatmadı ki… Kimler yüceltilip baş tacı edilmedi ve yine aynı şekilde kimler kılına bile dokunulmadan oradan dayak yemedi ki…

Fakat bunun yanında; -işin en enteresan ve güzel tarafı da bu olsa gerek- bizim maçlarda taraftarın oyuna katkısı da çok olmuştur hani. Az evvel değindik ya, golleri her zaman en iyi forvetler atmaz. Bunun en büyük ispatıdır Beşiktaş tribünleri. Bir gün bir bakmışsınız, cefakâr eski açık ortalamış, yeni açığın direkten dönen kafasını Kapalı tamamlamış ve ilerleyen dakikalarda başka gole gerek kalmayınca maç 1-0 Beşiktaş’ın üstünlüğüyle sona ermiştir. Ya da Vedat kaptanın sol taraftan getirdiği topu alan Baba Hakkı, çalımlarla ceza sahasına girerken penaltı noktasında demarke durumdaki Optik Başkan’ı görmüş, yıldız oyuncunun plasesinde top yalan dünyanın solundan ağlarla buluşmuştur. Ertesi gün maç yazısında Kâzım Kanat, Beşiktaş’ın cesur yüreği Çarşı’yı överken Mehmet Işıklar’ın attığı mükemmel gole şapka çıkardığını belirtmiş, hepimizin ahrazlığına dil olmuştur.

Transfer sezonuna girerken kuvvetle muhtemel kayışı koparacağımızı bilsem de –hevesinizi kırmak istemem ama- şu ruhu transfer etmeye bakalım derim, adı geçen veya gönüllerde yaşatılan dünya yıldızlarından önce. O ruhun maliyeti yalnızca Beşiktaşlılığı her şeyin önünde tutmaktır. Bonservisi elinde ve Beşiktaş’a fedadır. Karın tokluğunu bile iter tozlu raflara ve sırf Beşiktaş’a aç kalmamak için atar kendini sahalara. Her mevkide oynar, joker gibi adamdır. Her takım kadrosunda onu barındırmak ister. Biz onu tüm gücümüzle sahaya verebilirsek eğer, emin olun o da bizi utandırmayacak ve sahada basmadık yer bırakmayacaktır. Yeri gelir çizgiden çıkartır topu, pozisyonun devamında rakip ceza yayı üzerinde kazanılan bir frikikten golü atar ve kapalıya koşar. Her maçın yıldız odur, akan her damla terde onun emeği tüter. Ama on numara tevazu sahibidir gel gör ki. Kendini göstermez olduğu gibi. Her seferinde başka bir bedene bürünür ve çizdiği silüeti sevdirir bizlere. Bazen Toraman olur isyankârlığıyla. Sonra bir de bakmışsınız Beşiktaş’ın çocuğu olmak istemiş, Necip’in bedeninde can buluvermiş. Quaresma’nın ayak dışına kondurduğu öpücük Almeida’nın alnına konuverdiğinde hadiseyi gören herkes –biz de dahil- Quaresma ortaladı, Almeida attı sanarız. Oysa kazın ayağı öyle değildir. Hepimizi sevince boğan o an, sadece bir golden, meşin yuvarlağın üç direğin arasını istikamet edinmesinden ibaret değildir.

Şöyle bir bakın oynanan tüm maçlara. Bu anlatmaya çalıştığımız ruhun ortaya çıktığı tüm maçların bir ortak noktası vardır. Bu ortak nokta şudur ki, istenen atmosferin oluştuğu her maçta Beşiktaşlılık duygusu kazanma duygusunun önüne geçmiştir. Mersin İdman Yurdu kupa maçında o yağmurda az ama öz Beşiktaşlı yine flarmoni orkestrasına giderini yapmıştır. Şeref Bey’deki Antalya maçında herkes son dakika gelen galibiyet golüne sevinmeyi bırakmış, birbirine sarılıp teselli eden Hakan ve Hilbert’i alkışlamıştır. Olimpiyat Stadı’na o zorluklar içinde akın eden binlerce Beşiktaşlıyı gördükten sonra; tabelada Beşiktaş 2-1 mağlup yazsa da benim nazarımda sezonun en farklı galibiyetini almıştır. Ve daha fırından yeni çıkmış bir örnek; mabetteki son buluşma olan Eskişehir maçında yenen gole rağmen söylenmeye tüm ritmiyle devam eden beste, daha goller gelmeden Beşiktaş’a 3 puanı kazandırmıştır. Bir de tersini düşünün; fark atarız, gözü kapalı yeneriz, futbol değil çayda çıra oynarız denen her maçta karın ağrısı yaşanmış, beklentiler hayal kırıklığına dönüşmüş, gece nöbetlerle noktalanmıştır.

Devamlı tribün kovalayan ağabeylerimiz-arkadaşlarımız benden daha iyi bilirler. Onca yol ve cefa çekildikten sonra şehre mağlup dönüldüğünde “bir dahaki deplasmanda ben yokum hacı” diyenler, 15 gün sonra “oğlum kaç otobüs gidiyoruz?” diyen ilk insanlardır. Siyahın kontrastı beyaz, acınınki aşktır. Siyah bazen, hatta çoğu zaman beyaza baskın gelebilir ama acı ile aşk arasındaki tüm derbilerde kazanan –eğer göstermelik değilse- aşktır.

Tüm bunların ışığında, bu sezonun çok kötü geçtiğini düşünen herkese bir kez daha sormak isterim: Halâ her şeyin çok kötü gittiğini mi düşünüyorsunuz? Eğer öyleyse hakikaten bazı şeylerin değil, her şeyin değerinin kaybedilince anlaşıldığına inanmaya başlayanlardan olurum ben de. Şimdi kötüleyip burun kıvırdığımız birçok şeyi yokluklarında öyle bir özleyeceğiz ki, benden söylemesi. On sene belki her maç yine mi denilen İbrahim Üzülmez’i, hangimiz arada bir yâd etmiyoruz ki. Dileğim bu şekilde andığımız değerlerin çoğalmamasından ibaret. Çünkü şimdi kırık dökük yanlarından, pek konforlu olmayan koltuklarından, kolonlarındaki çatlaklarından sızlandığımız İnönü’yü de özleyeceğimiz günler gelecek. Her şeye rağmen kaleyi hafif sol çaprazdan gören bir serbest vuruşta zaman zaman Nihat’ı arayacak gözlerimiz. O çok kızdığımız Baki’yi her penaltıda olmasa da hatırlayacağız arada bir, penaltı atmadan gittin lan diye hayıflanacağız. Kaybettiğimiz canımız Optik abiyi zaman zaman acıkmamız vesilesiyle anıp yine maziye dalacağız. Ama gelecek sezon başladığında kimse geride bıraktığımız sezon kaybedilen maçlar ya da kaçan goller için ağlamayacak, ah çekmeyecek, bir sigara yakmayacak. Demem o ki tabela gidecek, ışıklar sönecek, perdeler kapanacak ve biz yine Beşiktaş’la baş başa kalacağız.

Var mısınız şimdi Beşiktaş’tan varlığından başka hiçbirşey beklemeden yeni sezon için beste karalamaya? Var mısınız Beşiktaş çıkış tünelinden çıktığında “sahaya çıktın ya, o da yeter” duygusunu hissettirmeye? Var mısınız herhangi bir kartal parçasına topu kaptırdığı zaman moral vermeye, golü kaçırdığında alkışlamaya? Hazır mısınız edilen bin tövbe de olsa binbirinci kez bozmaya? Söyleyin başka bir duygu varsa böyle kutsal. Var mısınız Beşiktaş’a her an aşık olmaya?

Hangimiz nelerden vazgeçmedi ki hayatta?
Beşiktaş hak etmiyor mu bu kadarını?
Sevdiğimiz kısın adını ah ulan ah diye söyleye söyleye az mı körkütük sarhoş olduk?
Mahallede köşebaşında sırf onun gelişini görmek için az mı sebepsiz yere volta attık?
Hastalanan bir çocuğun başında hiç mi beklemedik?
Komaya mı girmedik olmadık şeyler için?
Olmuş sabahın beş buçuğu, uykusuzluğuma hayıflanıyorsam zayıflanmaların tillahındayım demektir. Biz ki ne badirelerde serden geçmiş, neler, kimler uğruna “her şeye değer” demişiz.

Senden esirger miyiz sandın koca çınar?
Bestede de dediğimiz gibi başın öne eğilmesin sakın. Biz halimizden memnun, aşkımızdan Mecnun’uz. Varlığından daha has bir mutluluk sebebi yok, haberin olsun. Sakın bizi üzdüğünü düşünüp üzme kendini. Sen bizi en dipsiz kuyulara dahi girsek bulup çıkaransın. Sen bizi düşünme. Biz burada seni bekliyoruz ve Turgay kardeşimin teskere alışını kibarca bildirdiği mesajdaki gibi verdik dertlerin eline. Unutma, ardında milyonlarca askerin var ve sen her askerin şafağındaki doğan güneş; senden bir an olsun umudu kesenin iki cihanda gelmesin bir araya iki yakası.

Biz yaşadığımız alemi aştık, ne kadar alem varsa o kadar sözümüz var.
Vay arafta kalanların haline.
Başımıza yıkılsa da bu dünya, üstümüze üstümüze gelse de duvarlar; sayende yine verdik dertlerin eline!

Yazar: Abdullah Doruk Koç

18 Mayıs 2011 Çarşamba

BİZE YİNE ESMER GÜNLER KALDI

Ergin Ataman



Ne güzel hayallarle başlamıştık oysa. Final oynayacaktık, şampiyon olacaktık... Kombineler pahalı olmasına rağmen seneler sonra ilk defa artmıştı satışlar...

Şampiyonluk hedefiyle Burak Bıyıktay'ı harcayıp yerine Ergin Ataman'ı getirmiştik... Onun da gönderiliş/gidiş şekline bakarak, dönmesi de ilginç olmuştu ya neyse... Sonuç olarak "kazanmanın dayanılmaz mübahlığına" vermiştik durumu...

Iverson'ı bile almıştık... Başkanın değimi ile "marka değerimiz" artmıştı çok şükür... Kendimizi yırttık "Beşiktaş'ın çocuğu A.Iverson" diye... Sormadık bile arkasından "gidişi ile yerle bir mi olmuştu marka değerimiz", "düşük yapıp çocuğumuzu mu kaybetmiştik"?... Gelişi olay, gidişi sessiz olmuştu...

Başta Burak hoca kadronun yetersizliğinden ve uzun süreli sakatlıklardan yakınıyordu... Bir de yabancılar hala uyum sağlayamamıştı takıma... Halbu ki yönetimin sezon öncesi doğru takım kurmadığını, ve Burak hoca ile -rakiplere bakarak da değerlendirirsek- şampiyonluğun hayal olduğunu söylemek için, basketboldan çok da anlamak gerekmiyordu...

Ardından her sezon tekrarlanan bir film sahnelenmeye başlandı... Basketbolcuların paraları ödenmiyordu... Haber basına yansıdı ve sporcular idmanı boykot ettiler... Hatta okyanusun ötesinden gelen Iverson bile bu haklı tepkiye destek verdi... Cehver'in açıklamaları basında yer bulup camiada yankılanırken, konu Burak hocaya sorulduğunda, o da olayı doğruluyor ve en kısa zamanda çözüleceğini umut ediyordu...

Umutlar beslenmeye devam edilirken, yönetim kanadından açıklamalar geldi... Şeref Yalçın "yalancı" diyordu kaptanına, hocasına... Ve film başkanın "paraları ödeyecektim, böyle yapınca alışkanlık olur diye kız takımına ödeme yaptırdım" diyerek "yönetimsel yalpalarına" bir yenisini daha eklemesi sahnesiyle devam ediyordu...

Taraftarın büyük beklenti içine girdiği, "evladımız" muamelesi çektiği, fakat bir türlü hazır olmayan bir Iverson'un oynaması bir dert ,oynamaması bir dertti... Sezon başında çıkan kombinelere bir de yüzde 25'lik Iverson zammı yapılmıştı üstelik... Sonuç olarak hoca bu durumun da altında ezildi... Malesef şimdi Iverson, kartal yuvasında 4 numaralı formadan ibaret...

En nihayetinde, Ergin Ataman "yeniden" getiriliyordu takımın başına... İlave transferlerle destek veriliyordu... Türkiye kupası finalinde Fenerbahçe'ye kaybederek devam ettiriyorduk filmi... İşler bir türlü düzelmiyordu... Bazı rakiplerimiz ligin yanı sıra avrupa'yı kovalarken, biz tek kulvarda bocalıyorduk...

Ve sezon sonu geldi... Ligin başında Oktay Mahmudi ile iyi bir takım kuran Galatasaray, Abdi İpekçi'de dedikodulara mahal verecek bir şekilde Antalya'ya yeniliyor ve 1-0 önde başlayacağı Beşiktaşımıza konuk oluyordu ...

Başkansız, ağır sorunlar altında cebelleşen, malzemecisinden taraftarına kadar kaos içinde debelenen Galatasaray, doğru bir programla lige başladığından olsa gerek yoluna devam ederken, herkesin işleri güllük gülistanlık gördüğü, sermaye tanrılarına alkış tutan, transfer şampiyonu ilan edilen fakat yine de çalkantılı bir sezon yaşayan "Başkanlı" Beşiktaş, seride içerde-dışarda 2 maç kaybederek Galatasaraya sezonu teslim edip kepengi kapatıyordu...

Böyece "başkansız" Galatasaray finale doğru yürürken, "bize yine hasret bize yine esmer günler" düşüyordu....

Eyvah mı desek, Eyvallah mı...?

Bilemiyoruz...

2 Mayıs 2011 Pazartesi

BEŞİKTAŞ DERGİSİNDE BÜYÜK DEĞİŞİM

Beşiktaş Dergisi Mayıs Sayısı



Çiğdem Işık`ın istifaya zorlanıp işten el çektirildiği Temmuz 2010'dan bugüne, kulübümüzün resmi yayın organı olan dergimizde "büyük bir değişim" yaşanmaktadır... Tabii gönül isterdi ki bu değişim, ileriye doğru bir gelişim olsun... Lakin büyük değişim malesef dergiyi "geriye doğru götüren" bir değişim oldu...

Çiğdem Işık'ın yerine göreve getirilen ve bu görevde yaklaşık 6 ay duran Gökhan Dinç ise önceki yayın yönetmeninin aksine, yönetimden fazlası ile destek gördü... Fakat onunda dergideki ömrü, iddaa edildiği üzere "bir yönetici ile ters düşmesi sonucu" kısa sürdü...

Bu gelişmelerin ardından yeni bir genel yayın yönetmeni - yazı işleri müdürü bulmak yerine, derginin emektarlarından Serpil Kurtay'ı derginin başına getirdi yönetim ...

Dergimizin Mayıs sayısı daha öncekilerin aksine 1 Mayıs'ta raflardaki yerini almış, sanki birşeyler yoluna giriyor gibiydi... Hoş, bazı özel anlarda derginin çıkışı bir iki gün geçiktiriliyordu ki 30 Nisan akşamı oynanan derbi mücadelesi de bu özel anlardan biriydi aslında... Bu önemli müsabaka beklenmeden baskıya verilmiş dergi...

Yine bu sayıda bazı dikkatsizlikler yer alıyor. Bu redaksiyon ve bilgi akışı hatalarını çoğu zaman resmi sitede de görmekteyiz maalesef...

"Başkanın yazısı" bölümündeki Başkan Yıldırım Demirören imzalı yayınlanan yazıda, "Sekiz ülkenin katılımıyla gerçekleştirilen bu uluslararası şampiyonanın hem Beşiktaş’a hem de ülkemize yakışır bir organizasyon olması için çok çaba sarf ettik" ifadesi yer alıyor... Oysa yazıda bahsi geçen turnuvaya Almanya'dan 2, İtalya'dan 2, İsviçre'den 1, İsrail'den 1 ve Fransa'dan 1 takım katıldılar... Yani Beşiktaş dahil sekiz takım, Türkiye dahil 6 ülke ... "Köln 99'ers (Almanya), Pilatus Dragons (İsviçre) ve BAD's (İtalya), ASV Bonn (Almanya), Toulouse I.C. (Fransa), Padova Millennium Basket (İtalya) ve Beit Halochem Tel Aviv (İsrail)"...

Gördüğümüz başka bir eksiklik ise yıllardır Türkiye'de kupalara amgargo koyan Hentbol takımımızın Türkiye Kupasını kazanmasının, malesef haber olamamış olması... Bu müsabakanın ve başarının sonucu da beklenmeden baskıya verilmiş dergi. Halbu ki eskiden böyle özel durumlar dikkate alınarak 3-4 gün geciktirilebiliyordu baskı...

Yine Bedensel Engelli Basketbol takımımızın posteri verilip takım onure edilirken, takımımızın hocası Mehmet Öğüt ve genel menajer yardımcımız Handan Karatekin, ayrıca 2 sporcumuz posterde "görülmemektedir"... Mesele, bir maç sonu yaşanan çoşku sırasında çekilen bir fotoğraf olsa, diyecek sözümüz olmaz... Lakin kupa alınmış ve bir poz veriliyor... Tarihi bir anın fotoğraflandığı bu konuda daha dikkatli olunması gerekirdi...

Özetle, uzun yıllardır sınırlı imkanlarla ve özverili çalışmalarla dergiyi var etmeye çalışan emekçileri ayrı tutarak, yöneticilerimize diyoruz ki; Beşiktaş, futbol takımından ibaret değildir... Büyüklüğü de futbol takımının kazandığı kupalardan gelmez...

Beşiktaşımızın dergisi dahil, her birimine gerekli özeni gösterin... Gösterin ki bizde sizin "Beşiktaş yöneticisi" olduğunuzu bilelim... Yoksa stadta futbol takımını izleyen seyirciden tek farkınız, protokol tirübününde oturmak olur...